24 Ocak 2012 Salı

Kendisini Unutmuş


Bütün aşkların kitabı elinde
Sevilmemiş yinlerin balosuna gitti.
Öylesine kalabalıktı ki,
Sevdiğini anlamadı.
Bütün kapıların anahtarı elinde
Öpülmemiş dudakların balosuna gitti.
Öyle aydınlıktı ki,
Öptüğünü anlamadı.
Işıklarla örtünmüştü çıplaklık,
Renklere uzandı susamış,
Beyazlıklar arasında kayboldu bakışları.
Gözleri yaşamıyordu artık.
Şekilleri çağırmaya gitti, kandıracak.
Elleri aranıyor tutamıyordu.
Elleri, elleriydi kurtaracak,
Artık yaşamıyordu.

Bir yanda gelen o dinmeyen aydınlık,
Aldıkça alan.
Bir yanda giden bir noktaydı karanlık,
Ellerinde başlayan, gözlerinde biten.
Bağırdı, kan gibi aktı sesi,
Aşamadı dişinin duvarından.
Elinde bütün aşkların kitabı,
Anlatıyordu aldanan aydınlıklarından.
Elinde bütün kapıların anahtarı,
Ve unutulmuş bir duvarda, kendi kapısı...
Varamadı.
Ora öyle karanlıktı ki.
Öldüğünü anlamadı.
Özdemir ASAF

Noktasız

NOKTASIZ
  Biri gelir sorarsa
  Sana beni sorarsa
  Gitti der misin
  Gittiğimi söyler misin
  Gidiyorum ben sana
  Benimle gider misin.


                Özdemir ASAF

Kalan

KALAN

Bir şey kaldı gecelerden birinde
Senden.
Öncesinde bilinmemiş birşey,
Silinmez bir ses gibi giden..
Kelimelerden büyük, kelimelerin içinde,
Bir şey kaldı senden
Yaşamalar'ın arasında kaçamaklı.
 
Veriliş rengi başka, alınış rengi başka..
Söylemeye vakit kalmadan
Dudakların altına bırakılmış bir şey.
Karanlıkların tam ortasında bir kırmızı nokta..
Gözlerce pırıl pırıl, ellerce saklı.
 
Bir şey kaldı, bir denizin kıyısında senden,
Bakışlarla yüklü, söylemelerle sessiz..
Seninle dolu, seninle sensiz bir şey..
Arandıkça bulunmamış yıllar yılı,
Bulundukça aramaklı.

Özdemir ASAF

Geldim

 GELDİM
  Beni çağırmadınız,kalkıp ben kendim geldim.
  Uzaklardan size bir haber getirdim geldim.

  Bıraktıklarınızdan,unuttuklarınızdan,
  Sımsıcak-anılası günler getirdim geldim.

  Gömütleri andıran yapılarınızdaki
  Yaşantılarınıza evler getirdim geldim.

  Tek tek,ayrık-soluyan bitkiseller yerine
  Yüzyüze dönük,gülen sizler getirdim geldim.

  Solarken suladığım,koparken bağladığım,
  Ölürken canlandığım sözler getirdim geldim.

                Özdemir ASAF

Evrensel Ballad

 EVRENSEL BALLAD
  Bir öykümüz olsa, duyan öyküsü sansa...
  Öykümüz böylece dallanıp budaklansa..
  Bir sevi'den, bir övü'den,o bizim öykümüzden
  Giderek buluşan eller evreni sarsa..
  Öykümüz de büyür büyüklüğümüzden;
  Herkes sevi'sinde evreni kucaklarsa.


                Özdemir ASAF

Düello

 DÜELLO
  Her tomurcuk bir çiçeğin uykusuna,
  Her çiçek bir yemişin kuşkusuna,
  Her yemiş bir böceğin korkusuna,
  Uykusuzca, kuşkusuzca, korkusuzca yürür.

                Özdemir ASAF

Çırıl Çıplak

ÇIRILÇIPLAK
Küstahlığımı nezaketim götürdü
Sadece kendime bakakaldım.
Kararsızlık bir an sürdü.
Gizlenen insanların ortasında ben kaldım,
Çırılçıplak.

Selamımı tanıdıklar götürdü.
Saygı bekleyince alçaldım.
Kararsızlık bir an sürdü.
Kendinibeğenmişlerin ortasında ben kaldım,
Çırılçıplak.
 
Ağlamayı ölenler götürdü.
Kendimi ölmez sanınca ufaldım,
Kararsızlık bir an sürdü.
Ölülerle dirilerin ortasında ben kaldım,
Çırılçıplak.

Sonsuzluğu ufuklar götürdü.
Yarattığım dünyaların içinde daraldım.
Kararsızlık bir an sürdü.
Başlangıçla bitiş ortasında ben kaldım,
Çırılçıplak.

Aydınlığı bulutlar götürdü.
Yıldızlara doğru yol aldım.
Kararsızlık bir an sürdü.
Varanlarla duranların ortasında ben kaldım,
Çırılçıplak.
Özdemir ASAF

Biri

  BİRİ
  Ona seni anlattı,sana onu anlattı..
  Başı ona anlattı,sana sonu anlattı..
  Yarım yarım yaşayan darmadağın evlere
  Birin ne kadar bütün olduğunu anlattı.


                Özdemir ASAF

Bir Şeyin Adı

BİR ŞEYİN ADI

Önce, büyük büyük düşündüm;
Sonra büyük büyük yaşadım.
Ne varsa, onlar aldı.
Şimdi bana küçük bir ölüm kaldı.

Özdemir ASAF

Fuzuli Bercesteler

Bercesteler

Döğülmeye söğülmeye koğulmaya billâh 
Hep râzıyım ammâ ki efendim senin olsam 
* * * 
Eylesen tûtîye tâlim-i edâ-yı kelîmât 
Sözü insan olur ammâ özü insan olmaz 
* * * 
Ey dil ki hecre doymayıp istersin ol mehi 
Şükr et bu hâle yoksa gelir yüz belâ sana 
* * * 
Cevr odı yaktı beni yanımda durma ey gönül 
Bir tutuşmuş âteşem kurb-ı civârımdan sakın 
* * * 
Edemem terk Fuzûlî ser-i kûyın yârin 
Vatanımdır vatanımdır vatanımdır vatanım 
* * * 
Ey Fuzûlî câna yetmişem gönülden şükr kim 
Bağladım bir dil-bere kurtardım ancan cânımı 
* * * 
Cân u dil kaydını çekmekten özüm kurtardım 
Cânı cânâneye ettim dili dildâra fedâ 
* * * 
Ah eylediğim serv-i hırâmânın içindir 
Kan ağladığım gonce-i handânın içindir 
* * * 
Dostum âlem seninçün ger olur düşmen bana 
Gam değil zîrâ yetersin dost ancak sen bana 
* * * 
Esîr-i gurbetiz biz senden özge âşinâmız yok 
Ayağın kesme başınçin bizim mihnet-serâlardan 
* * * 
Kıldı zülfün tek perişan hâlimi hâlin senin 
Bir gün ey bî-derd sormazsın nedir hâlin senin 
* * * 
Ne yanar kimse bana âteş- i dilden özge 
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı 
* * * 
Cân u ten oldukça menden derd ü gam eksik değil 
Çıksa can hâk olsa ten ne can gerek ne ten bana 
* * * 
Avâreler felekzedeler mübtelâlarız 
Alemde bir muhabbete kalmış gedâlarız 
* * * 
Hâlî etmiştir mahabbet beni benden dostlar 
Ayb kılman âlemde görseniz bî-pervâ beni 
* * * 
Demen kim adli yok yâ zulmü çok her hâl ile olsa 
Gönül tahtına andan özge sultân olmasın yâ Rab 
* * * 
Tutuştu gam oduna şâd gördüğün gönlüm 
Mukayyed oldu ol âzâd gördüğün gönlüm


Fuzuli

Cananum

CANANUM

Dehenin derdüme dermân dediler cânânum 
Bildiler derdümi yohdur dediler dermânun 

Olsa mahbûblarun ışkı cehennem sebebi 
Hûr u gılmânı kalur kendüsine Rıdvân'un 

Geçdi meyhâneden il mest-i mey-i ışkun olup 
Ne meleksen ki harâb etdün evin şeytânun 

Urmazam sıhhat içün merhem ohun yarasına 
İsterem çıhmaya zevk-i elem-i peykânun 

Ne bilür ohumayan Mushaf-ı hüsnün şerhin 
Yere gökden ne içün indügini Kur'ân'un 

Yerden ey dil göge kovmuşdu sirişküm melegi 
Anda hem koymayacakdur oları efgânum 

Ey Fuzûlî oluben garka-i girdâb-ı cünûn 
Gör ne kahrın çekerem döne döne devrânun 


Fuzuli

Beni Candan Usandırdı Cefadan Yar Usanmazmı

Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı

Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı 
Felekler yandı âhımdan murâdım şem'i yanmaz mı 

Kamu bîmârına cânân deva-yı derd eder ihsan 
Niçün kılmaz bana derman beni bîmar sanmaz mı 

Şeb-i hicran yanar cânım döker kan çeşm-i giryânım 
Uyarır halkı efgânım kara bahtım uyanmaz mı 

Gûl-i ruhsârına karşu gözümden kanlu akar su 
Habîbim fasl-ı güldür bu akar sular bulanmaz mı 

Gâmım pinhan tutardım ben dedîler yâre kıl rûşen 
Desem ol bî-vefâ bilmem inanır mı inanmaz mı 

Değildim ben sana mâil sen ettin aklımı zâil 
Beni tan eyleyen gafîl seni görgeç utanmaz mı 

Fuzûlî rind-i şeydâdır hemîşe halka rüsvâdır 
Sorun kim bu ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı 


Fuzuli

Yunus Emre

YUNUS EMRE

Kaç mevsim bekleyim daha kapında,
Ayağımda zincir, boynumda kement?
Beni de, piştiğin belâ kabında,
O kadar kaynat ki, buhara benzet!

Bekletme Yunus'um, bozuldu bağlar,
Düşüyor yapraklar, geçiyor çağlar;
Veriyor, ayrılık dolu semalar,
İçime bayıltan, acı bir lezzet.

Rüzgâra bir koku ver ki, hırkandan;
Geleyim, izine doğru arkandan;
Bırakmam, tutmuşum artık yakandan,
Medet ey dervişim, Yunus'um medet!
Necip Fazıl KISAKÜREK

Örümcek Ağı

ÖRÜMCEK AĞI

Duvara, bir titiz örümcek gibi,
İnce dertlerimle işledim bir ağ.
Ruhum gün boyunca sönecek gibi,
Şimdiden ediyor hayata veda.

Kalbim, yırtılıyor her nefesinde,
Kulağım, ruhumun kanat sesinde;
Eserim duvarın bir köşesinde;
Çıkamaz göğsümden başka bir seda...
Necip Fazıl KISAKÜREK

Bu Yağmur

BU YAĞMUR

Bu yağmur, bu yağmur, bu kıldan ince,
Nefesten yumuşak, yağan bu yağmur.
Bu yağmur, bu yağmur, bir gün dinince,
Aynalar yüzümü tanımaz olur.

Bu yağmur, kanımı boğan bir iplik,
Tenimde acısız yatan bir bıçak.
Bu yağmur, yerde taş ve bende kemik,
Dayandıkça çisil çisil yağacak.

Bu yağmur, delilik vehminden üstün,
Karanlık, kovulmaz düşüncelerden.
Cinlerin beynimde yaptığı düğün,
Sulardan, seslerden ve gecelerden...
Necip Fazıl KISAKÜREK

Canım İstanbul

CANIM İSTANBUL

Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.

                       İstanbul benim canım;
                       Vatanım da vatanım...
                                  İstanbul,
                                  İstanbul...

Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmış Fatih'ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare?..
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...
   
                         O manayı bul da bul!
                         İlle İstanbul'da bul!
                                   İstanbul,
                                   İstanbul...

Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca'da,  yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir " Katibim"i...

                         Kadını keskin bıçak,
                         Taze kan gibi sıcak.
                                    İstanbul,
                                    İstanbul...

Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...
Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayından.
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...

                         Gecesi sünbül kokan
                         Türkçesi bülbül kokan,
                                      İstanbul,
                                      İstanbul...
Necip Fazıl KISAKÜREK

Mangal

MANGAL

Bana tül gibi ince
Bir hülya verir mangal.
Küllerini deşince,
Titrer, ürperir mangal.

Şikâyetsiz âşıklar
Gibi içinden yanar,
Fâni günleri anar,
Sabaha erir mangal...
Necip Fazıl KISAKÜREK

Kaldırımlar

KALDIRIMLAR

I

Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.

Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.

İçimde damla damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler...
Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;
Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.

Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.

Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!

Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;
İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.
Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler.

Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim; 
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.

Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi...

II

Başını bir gayeye satmış bir kahraman gibi,
Etinle, kemiğinle, sokakların malısın!
Kurulup şiltesine bir tahtaravan gibi,
Sonsuz mesafelerin üstünden aşmalısın!
Fahişe yataklardan kaçtığın günden beri,
Erimiş ruhlarınız bir derdin potasında.
Senin gölgeni içmiş, onun gözbebekleri;
Onun taşı erimiş, senin kafatasında.

İkinizin de ne eş, ne arkadaşınız var;
Sükût gibi münzevî, çığlık gibi hürsünüz.
Dünyada taşınacak bir kuru başınız var;
Onu da, hangi diyar olsa götürürsünüz.

Yağız atlı süvari, koştur, atını, koştur!
Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları.
Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur...
Ne senin anladığın kadar, kaldırımları...

III

Bir esmer kadındır ki, kaldırımlarda gece,
Vecd içinde başı dik, hayalini sürükler.
Simsiyah gözlerine, bir ân, gözüm değince,
Yolumu bekleyen genç, haydi düş peşime der.

Ondan bir temas gibi rüzgâr beni bürür de,
Tutmak, tutmak isterim, onu göğsüme alıp.
Bir türlü yetişemem, fecre kadar yürür de,
Heyhat, o bir ince ruh, bense etten bir kalıp.

Arkamdan bir kahkaha duysam yaralanırım;
Onu bir başkasına râm oluyor sanırım,
Görsem pencerelerde soyunan bir karaltı.

Varsın, bugün bir acı duymasın gözyaşımdan;
Bana rahat bir döşek serince yerin altı,
Bilirim, kalkmayacak, bir yâr gibi başımdan...

Necip Fazıl KISAKÜREK

Hatıra

HÂTIRA

Renk renk hâtıralarım oda oda silindi;
Anne kokan bir Türkçem vardı, o da silindi.
Necip Fazıl KISAKÜREK

Veda

VEDA
Akşamı getiren sesleri dinle,
Dinle de gönlümü alıver gitsin.
Saçlarımdan tutup kor gözlerinle
Yaşlı gözlerime dalıver gitsin.

Güneşle köye in, beni bırak da
Küçüle küçüle kaybol ırakta.
Bu yolu dönerken arkana bak da
Köşede bir lahza kalıver gitsin.

Ümidim yılların seline düştü,
Saçının en titrek teline düştü,
Kuru yaprak gibi eline düştü,
İstersen rüzgara salıver gitsin.
Necip Fazıl KISAKÜREK

Tabut

TABUT

Tahtadan yapılmış bir uzun kutu;
Baş tarafı geniş, ayak ucu dar.
Çakanlar bilir ki, bu boş tabutu,
Yarın kendileri dolduracaklar.

Her yandan küçülen bir oda gibi,
Duvarlar yanaşmış, tavan alçalmış.
Sanki bir taş bebek kutuda gibi,
Hayalim, içinde uzanmış kalmış.

Cılız vücuduma tam görünse de,
İçim, bu dar yere sığılmaz diyor.
Geride kalanlar hep dövünse de,
İnsan birer birer yine giriyor.

Ölenler yeniden doğarmış; gerçek!
Tabut değildir bu, bir tahta kundak.
Bu ağır hediye kime gidecek,
Çakılır çakılmaz üstüne kapak?




Necip Fazıl KISAKÜREK

Ayrılık Vakti

AYRILIK VAKTİ

Akşamı getiren sesleri dinle,
Dinle de gönlümü alıver gitsin.
Saçlarımdan tutup kor gözlerinle
Yaşlı gözlerime dalıver gitsin.

Güneşle köye in, beni bırak da
Küçüle küçüle kaybol ırakta.
Bu yolu dönerken arkana bak da
Köşede bir lahza kalıver gitsin.

Ümidim yılların seline düştü,
Saçının en titrek teline düştü,
Kuru yaprak gibi eline düştü,
İstersen rüzgâra salıver gitsin.
Necip Fazıl KISAKÜREK

Hayat Mayat

HAYAT MAYAT

Hayat, mayat diyorlar
Benim gözüm mayat'ta
Hayatın eksiği var
Hayat eksik hayatta,
 
Takınsam, Kanat, manat
Kuş muş olsam seğirtsem
Bomboş vatana inat
Manata doğru gitsem

Necip Fazıl KISAKÜREK

Güle Güle

GÜLE GÜLE


Bu gömlek dikiş tutmaz hep söküle söküle;
Bütüne gel deseler ve gitsek güle güle...

Necip Fazıl KISAKÜREK

Meçhul

MEÇHÛL

Sordular: Adresi ne?.. Çeşmeye karşı, dedim;
"Çanakkale içinde aynalı çarşı" dedim.

Necip Fazıl KISAKÜREK

Cenk Marşı

CENK MARŞI


ey sürüden arkaya kalmış yiğit 
arkadaşın gitti haydi sen de git 
bak ne diyor ceddi şehidin işit 
haydi git evladım uğurlar ola 
haydi git evladım açıktır yolun 
zalimlere karşı bükülmez kolun 
bayrağı çek ön safa geçmiş bulun 
uğurun açık olsun uğurlar ola. 

eşele bir yerleri örten karı 
ot değil onlar dedenin saçları 
dinle şehit sesleridir rüzgarı 
haydi git evladım uğurlar ola 
haydi git evladım açıktır yolun 
zalimlere karşı bükülmez kolun 
bayrağı çek on safa geçmiş bulun 
uğurun açık olsun uğurlar ola 
haydi levent asker uğurlar ola 

yerleri yırtan sel olup taşmalı 
dağ demeyip taş demeyip aşmalı 
sende ki coşkunluğa er şaşmalı 
kahraman askerim uğurlar ola 
haydi git evladım açıktır yolun 
zalimlere karşı bükülmez kolun 
bayrağı çek ön safa geçmiş bulun 
haydi levent asker uğurlar ola 
haydi git evladım uğurlar ola. 
  

Mehmet Akif ERSOY

Kıssadan Hisse

KISSADAN HİSSE

Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
"Tarih"i  "tekerrür"  diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?

                             [Safahat: Yedinci Kitap]

Mehmet Akif ERSOY 

Mahalle Kahvesi

MAHALLE KAHVESİ

................................................................... 
Çamurlu bir kapı, üstünde bir değirmi delik; 
Önünde tahta mı, toprak mı? sorma, pis bir eşik. 
Şu gördüğün yer için her ne söylesen câiz; 
Ahırla farkı: O yemliklidir, bu yemliksiz! 
Zemini yüz sene evvel döşenme malta imiş... 
"İmiş"le söylüyorum, çünkü anlamak uzun iş. 
O bir karış kirin altında hangi maden var? 
Tavan açık kuka renginde; sağlı sollu dıvar, 
Maun cilâsına batmış tütünlü nargileden; 
Duman ocak gibi çıkmakta çünkü her lüleden. 
Dikilmiş ortaya boynundan üstü az koyu al. 
Vücudu kapkara, leylek bacaklı bir mangal. 
Kenarda, peykelerin alt başında bir kirli 
Tomar sürükleniyor, bir yatak ki besbelli: 
Çekilmiş üstüne yağmurluğumsu bir pırtı, 
Zavallının güveden hep liyme liyme sırtı. 
Kurur bir örtünün üstünde yağlı bir mendil: 
Ki "ben tependen inersem" diyen hasır zembil 

Onun hizasına gelmez mi? Bir döner şöyle; 
Sicimle kulpuna ilmikli çifte mestiyle! 
Duvarda eski ocaklar kadar geniş bir oyuk, 
İçinde camlı dolap var ya, raflarında ne yok! 
Birinci katta sülük beslenen büyük kavanoz; 
Onun yanında kan almak için beş on boynuz. 
İkinci katta bütün kerpetenler, usturalar... 
Demek ki kahveci hem diş tabibi, hem perukâr, 
İnanmadınsa değildir tereddüdün sırası; 
Uzun lâkırdıya hâcet ne? İşte mosturası: 
Çekerken etli kemiklerle ayrılıp çeneden, 
Sonunda bir ipe, boy boy, onar onar dizilen 
Şu kazma dişleri sen mahya belledinse, değil; 
Birer mezâra işaret düşün ki her kandil! 
....................................................................... 
Seyirciler mütefekkir, güzide bir tabaka; 
Düşünmelerdeki şiveyse büsbütün başka: 
Kiminde el, filân asla karışmıyorken işe, 
Kiminde durmadan işler benân-ı endîşe! 
Al işte: "Beyne burundan gerek" demiş de "hulûl" 
Tahharriyat-i amîkayla muttasıl meşgul! 
Mühendis olmalı mutlak şu ak sakallı adam! 
Zemine, daire şeklinde yaydı bir balgam: 
Abanmış olduğu bir yumru yumru değnekle, 
Mümâslar çizerek soktu belki yüz şekle! 




Mehmet Akif ERSOY

Bülbül

BÜLBÜL
                         -Basri Bey oğlumuza-

Bütün dünyâya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım;
Nihayet, bir zaman kırlarda gezmiş, köyde kalmıştım.
Şehirden kaçmak isterken sular zaten kararmıştı,
Pek ıssız bir karanlık sonradan vâdiyi sarmıştı.
Işık yok, yolcu yok, ses yok, bütün hılkat kesilmiş lâl...
Bu istiğrâkı tek bir nefha olsun etmiyor ihlâl
Muhîtin hâli "insâniyyet"in timsâlidir, sandım;
Dönüp mâzîye tırmandım, ne hicranlar, neden andım!

Taşarken haşrolup beynimden artık bin müselsel yâd,
Zalâmın sinesinden fışkıran memdûd bir feryâd,
0 müstağrak, o durgun vecdi nâgâh öyle coşturdu
Ki vâdiden bütün, yer yer, enînler çağlayıp durdu.
Ne muhrik nağmeler, yâ Rab, ne mevcâmevc demlerdi;
Ağaçlar, taşlar ürpermişti, gûya Sûr-i Mahşerdi!
 
-Eşin var, âşiyanın var, baharın var, ki beklerdin;
Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin ?
0 zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun;
Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun,
Bugün bir yemyeşil vâdi, yarın bir kıpkızıl gülşen,
Gezersin, hânmânın şen, için şen, kâinatın şen.
Hazansız bir zemin isterse, şâyed rûh-i ser-bâzın,
Ufuklar, bu'd-i mutlaklar bütün mahkûm-i pervâzın.
Değil bir kayda, sığmazsın - kanadlandım mı - eb'âda;
Hayâtın en muhayyel gayedir ahrâra dünyâda,
Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perîşandır?
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurûşandır?
Hayır, mâtem senin hakkın değil... Mâtem benim hakkım:
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım!
Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda;
Bugün bir hânmansız serseriyim öz diyârımda!
Ne husrandır ki: Şark'ın ben vefâsız, kansız evlâdı,
Serâpâ Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!
Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim herc ü merc oldu,
SALÂHADDÎN-İ EYYÛBÎ'lerin, FATİH'lerin yurdu.
Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde OSMAN'ın;
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ'nın!
Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâp olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!
Çökük bir kubbe kalsın ma'bedinden YILDIRIM Hân'ın;
Şenâatlerle çiğnensin muazzam Kabri ORHAN'ın!
Ne heybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me'vâsız kalan dindaş!
Yıkılmış hânmânlar yerde işkenceyle kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslâm'ın harem-gâhında nâ-mahrem...
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem! (*)
 
 
                                 
 
                                                    [Safahât, Yedinci Kitap]


(*) Bu şiir yazılırken Yunan istilâsı altındaki topraklarımız
hususiyle  Bursa'ya dair elîm haberler geliyordu;  
tetkikine de imkân yoktu.

 
Mehmet Akif ERSOY 

Safahat İçin

SAFAHÂT İÇİN

"Arkamda kalırsın, beni rahmetle anarsın."
Derdim, sana baktıkça, a bîçâre kitabım!
Kim derdi ki: sen çök de senin arkana kalsın,
Uğrunda harâb eylediğim ömr-i harâbım?

Mehmet Akif ERSOY 

Çanakkale Şehitlerine

ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE

Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? 579
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- "bu: bir Avrupalı!"
Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer. (1)
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da, (2)
Ostralya'yla berâber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâ'ûna da züldür bu rezîl istîlâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına. 580
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel'undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre. 581
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat îman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te'sis-i İlâhî o metîn istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki'-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun'-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedî serhaddi;
"O benim sun'-i bedî'im, onu çiğnetme" dedi.
Âsım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.

Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, (3)
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!  582
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd'i...
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"Gömelim gel seni târîhe" desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
"Bu, taşındır" diyerek Kâ'be'yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, (4)
Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana. 583

Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn'i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslâm'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...

Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.




(1) İlk baskılarda: ...kum gibi, mahşer mi, hakîkat mahşer.
(2) İlk baskılarda: ...duruyor karşında,
(3) İlk baskıda: Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
(4) İlk baskılarda: Ebr-i nîsânı açık...



                                            [Safahât: Altıncı Kitap-Âsım]





Mehmet Akif  ERSOY

İstiklal Marşı

 İSTİKLAL MARŞI
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım, çehrene ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklal.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.
Garb'ın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
''Medeniyet!'' dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri ''toprak!'' diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
Ruhumun senden İlahi şudur ancak emeli:
Değmesin ma'bedimin göğsüne na-mahrem eli;
Bu ezanlar -- ki şehadetleri dinin temeli --
Ebedi, yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder -- varsa -- taşım;
Her cerihamda, İlahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na'şım!
O zaman yükselerek Arş'a değer, belki, başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklal.

Mehmet Akif ERSOY

Beste : Osman Zeki Üngör

Mehmet Akif Ersoy'a ait olan bu şiir 12 Mart 1921 tarihinde TBMM tarafından ulusal marş olarak kabul edildi. 
1930 yılından itibaren Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Şefi Osman Zeki Üngör'ün bestesi ile çalınmaya başlandı.

Gece Gelen Telgraf

GECE GELEN TELGRAF

Gece gelen telgraf
dört heceden ibaretti:
"VEFAT ETTİ."
İmza yok.
Bu dört hece bile çok.

Bakıyorum duvara:
duvarda bir yara-
duvarda bir resim-
vefat edenin,
elimle çizmişim.

Saat bir.
Saat üç.
Saat beş.
Polis düdükleri, saatlar...
Yatağım bozulmamış.
Çekmecemde kaatlar:
bazıları
onun el yazıları.

Gece gelen telgraf
dört heceden ibaret...
Şafak söküyor-
odam
geceden ibaret.

Avuçlarımda
ellerinin gölgesi dolaşan adam
demir parmaklıklardan gördü son gündüzünü.
Mahpushane doktoru
örterek paltosuyla upuzun yatanın yüzünü:
- Tamam!
dedi.
Bunu belki evvelki akşam
dedi.
Evvelki akşam
ben......

Satıcılar geçiyor mahalleden.

Bakıyorum
gece gelen
telgrafa.
O mükemmel bir kafa
mükemmel bir yürek,
yumruklarıyla erkek
gözleriyle çocuktu.
Hudutsuz ve Allahsız bir baştı o.
Yoldaştı o..

* * *

Düşmanlar kına yaksın
dostlar girsin saflara.
Sen gözyaşı göstermeden ağlıyacaksın
gece gelen telgraflara...
                 Nazım HİKMET

Doğum

DOĞUM

Anası bir oğlancık doğurdu bana;
kaşsız, sarı bir oğlan,
masmavi kundağında yatan
bir nur topu, üç kilo ağırlığında.

Benim oğlan
       dünyaya geldiği zaman,
çocuklar doğdu Korede,
sarı ay çiçeğine benziyorlardı.
Makartır kesti onları,
gittiler ana sütüne bile doymadan
Benim oğlan
            dünyaya geldiği zaman,
çocuklar doğdu Yunan zindanlarında,
babaları kurşuna dizilmiş.
Bu dünyada ilk görülecek şey diye
 demir parmaklığı gördüler.

Benim oğlan 
            dünyaya geldiği zaman
çocuklar doğdu Anadoluda,
mavi gözlü, kara gözlü, elâ gözlü bebeklerdi.
Bitlendiler doğar doğmaz
kim bilir kaçı sağ kalır mucize kabilinden.
Benim oğlan
            benim yaşıma bastığı zaman,
ben bu dünyada olmıyacağım,
ama harikulâde bir beşik olacak dünya,
siyah,
       beyaz,
              sarı
bütün çocukları
     sallıyan
mavi atlas döşekli bir beşik.





Makartır - (Mac Arthur): Amerikan generali. 2. Dünya savaşında
Asya'daki Amerikan ordularının kumandanlığını yaptı. Asya halk-
larına karşı yürüttüğü baskılarla ün saldığı (!) için Amerikan hükü-
meti tarafından Kore savaşının kumandanlığına da atandı.




Nazım HİKMET

Ceviz Ağacı

CEVİZ AĞACI


Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda,
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,
koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
 


Nâzım HİKMET

Beş Satırla

BEŞ SATIRLA

Annelerin ninnilerinden
spikerin okuduğu habere kadar,
yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,
anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,
anlamak gideni ve gelmekte olanı.
                                                                    1946
Nazım Hikmet

Açlık Ordusu Yürüyor

Açlık ordusu yürüyor 
yürüyor ekmeğe doymak için 
ete doymak için 
kitaba doymak için 
hürriyete doymak için. 
Yürüyor köprüler geçerek kıldan ince kılıçtan keskin 
yürüyor demir kapıları yırtıp kale duvarlarını yıkarak 
yürüyor ayakları kan içinde. 
Açlık ordusu yürüyor 
adımları gök gürültüsü 
türküleri ateşten 
bayrağında umut 
umutların umudu bayrağında. 
Açlık ordusu yürüyor 
şehirleri omuzlarında taşıyıp 
daracık sokakları karanlık evleriyle şehirleri 
fabrika bacalarını 
paydostan sonralarının tükenmez yorgunluğunu taşıyarak. 
Açlık ordusu yürüyor 
ayı ini köyleri ardınca çekip götürüp 
ve topraksızlıktan ölenleri bu koskoca toprakta. 
Açlık ordusu yürüyor 
yürüyor ekmeksizleri ekmeğe doyurmak için 
hürriyetsizleri hürriyete doyurmak için açlık ordusu yürüyor 
yürüyor ayakları kan içinde. 

Nâzım HİKMET